İştirak Ahlâkı

Index

O, insanları bir bütünün parçaları, tek vücudun uzuvları olarak kabul ettiği için cemiyetle ve bütün dünya ile olan münasebetlerinde akla durgunluk verecek bir samimiyet ve yüzde yüz kaynaşarak hareket ediyordu. Faraza sıcak bir günde, sucu dükkanının önünde kana kana su içen bir adama bakarken “oh! Afiyet olsun, gittiği yer derd görmesin!” diyen sesindeki temennide belki de o suyu içenin bulduğu zevkten üstün bir haz, bir rahatlama duygusu taşardı.
Faraza, hava değişimi için gidilmiş bir yalıda komşuların gece yarılarına kadar devam eden aşırı eğlence ve gürültülerinden ailede şikayet sesleri yükselince “niçin âlemin hissine hürmet etmiyorsunuz? Onların zevki benim de zevkimdir, bırakın keyiflensinler, eğlensinler, benim zevkim halkı memnun ve zevk içinde görmektir”diyerek insanlara iştirakinin tarzını samimi bir heyecanla müdafaa ediyordu.
Aynı fikri ifade eden şu sözü ne kadar mühimdir. “Herkes senin meclisinden zevk almayabilir; fakat senin, her insandan zevk alman lâzım gelir, çünkü insanlık budur.”
Ken’an Rifai’nin ahlâk anlayışında, her insanı birer robota çeviren mutlak ilâhî takdir fikrini kabul etmediğini görüyoruz. O, herkesin hür bir varlık olduğunu, ilâhi emri kabul veya red hususunda serbest olduğunu, kendi hareketlerinden mes’ul olduğunu ve bundan dolayı, hayat tarafından buna göre mükafatlandırılacağını veya mücazat göreceğini beyan ediyordu.
O her suça ve günaha tamamen kapılarını örttüğünü iddia eden kimseler için haklı endişe duymuştur. “noksanlar kemal vasfının aynalarıdır” diyerek doğrunun meydana çıkması için ona karşı çok defa bir suç, bir yanlış ile muvazene kurulacağını takdir eder, bu suretle de hilkatin gizli ve şifreli ekonomisi ile barış halinde oluşu, onu suçluya karşı bağışlayıcı, hatta mahcup mevkide bırakırdı.
İnsanları kusursuz istemek onun hiç hoşuna gitmeyen bir kusurdu.
O, her zaman mazlumdan ziyade zalime acımış, mazlumun hakkının onun hem kalkanı, hem kılıcı olduğunu bilmiş, böylece de suçluyu insanlık kadrosundan çıkarıp atmamış, kurtarıp kazanmaya, hiç değilse zararsız hale getirmeye bakmıştır.
Mahlûkata karşı hudutsuz bir sevgi, bir emniyet hissi, doğru değerlendirme itiyadı, istikrarlı bir disiplin ve makul derecede –bütüne nazaran- kendi şahsiyetini ifade etme hürriyetini insan münasebetlerinde esas tutuyordu.
Bütün bunlara cesaretli bir sabır, garazsız bir vefa, hudutsuz bir adalet duygusu ve anlayışlı bir müsamahayı da ilâve edersek, Ken’an Rifai’nin ahlâk abidesini en kısa hudutlar içinde ifadelendirmiş oluruz.

*
_”Zatın birine: Ne ile meşgulsünüz diye sormuşlar. Allah’a bir hamdettim, otuz senedir onun istiğfarı ile meşgulüm, demiş ve şöylece anlatmış: Bir kere Bağdat’ta yangın olmuştu. Pek çok kimsenin malı canı yandığı halde benimkilere bir ziyan gelmemiş olmasından dolayı Cenab-ı Hakk’a hamdettim. Sonra da kendime olmasını istemediğim bir şeyi din kardeşlerime reva görmüş olduğum için işte otuz senedir onun tövbesi ile meşgulüm, demiş.”

*
İçimizden birinin, bir kimsenin hayat tarzına itiraz etmesi üzerine:
_”Siz, o kimsenin haline itiraz etmekle hem onu ayıplamış ve dolayısıyla da hal diliyle: Ben olsam böyle yapmazdım, diyerek kendinizi beğenip şeytanlık sıfatını giymiş oluyorsunuz. O ayıpladığınız kimseye o arzu ve vazifeyi Cenab-ı Hak vermiş olduğu için onu ayıplamanız müteselsilen Hakk’ın işine itiraza kadar varıyor. Çünkü hiçbir kimse yoktur ki kendine verilen vazifenin dışında bir iş görebilsin... Onun için vâki olan her ne olursa olsun, tarafsız ve rahat karşılamalıdır ve suçlu gördüğün kimseyi ayıplamayarak muhakeme etmelidir. Sen onun haline hürmet et ki o da seninkine hürmet etsin. Hakikat budur işte...
Mevlânâ Hazretleri, kendisini ziyarete gelen bir papazı kapıya kadar teşyi ettikleri zaman, bunun sebebini soranlara: Ben onun sıfatı ve mevkiine değil, ona bu vazifeyi veren Hakk’a hürmeten bu muameleyi gösteriyorum, diye cevap verir.
Siz de, neden herkesin mutlaka kendi meşrebinizde olmasını istiyorsunuz ve istediğinizi bulamayınca da ayıplıyorsunuz? Siz onu ayıpladığınız gibi, onun da sizin halinizi beğenmeyeceği tabiidir. Meselâ bazı kimseye iyilik yapmak, tokat vurmak gibi gelir. İyilikten hoşlanan kimseye de fenalık etmek, ne türlü tesir ederse, kötülükten hoşlanan kimseye de iyilik aynı tesiri yapar, çünkü istidat ve anlayışı ona elverişlidir.
Buna karşılık: Mademki herkes bir vazife ile mükellef ve memurdur, diyorsunuz, o halde fenâlık yapanlar neden ceza görüyor? Diyecek olursanız, işte bu sualiniz ile ortaya nazik ve ince bir mesele çıkmış olur. Şöyle ki: Cenab-ı Hakk’ın birbirine zıt isimleri vardır. Meselâ Muiz olduğu gibi Müzil de vardır. Hâdî olduğu gibi Mudil de vardır. Afüv olduğu gibi Müntakim de vardır. Bu isimler, isimlerin küllü olan Cenab-ı Hak’tan yâ Rabbî, bize bu isimlerin gereğini yerine getirebilmek için bir zuhur yeri ihsan et! Diye niyazda bulunarak birer vücut istediler. Cenab-ı Hak da bu taleplerini yerine getirdi ve her bir isim bir mazhara, bir vücuda büründü.
O halde, kahır yaptığın vakit, karşında Müntakim isminin zuhurunu bekle... evet bir kimseye fenalık yaparsan intikam alıcı isim hemen karşına gelir. Onun için zulüm yapan neden cezasını bulur? Diyemezsin. Çünkü zâlime karşı Âdil ismi vardır.
Eğer bu kaideyi bilirsen, niçin, neden böyle oluyor? Filân kimse neden böyle yapıyor? Diyemezsin. İşte bu noktadan lâ fâile illallah, lâ mevcûde illallah, yani Allah’tan başka fail ve mevcut yoktur, manası çıkar.
Neden bu kimse böyle hareket ediyor, ben olsam böyle yapmazdım... demek abestir. Yapamazsın, çünkü sen o isme mazhar değilsin. Meselâ Allah seni Muiz yâni İzzet ismine lâyık etmiş, Müzil ismine değil...
Her şey bir isme mazhar oldu, demek, o ismin mazharı olduğu vazifesini yerine getirmesi demektir. Şu halde herkesin kendi vazifesini yaptığını bildikten sonra ortada dâvâ kalır mı? Bu takdirde kimi ayıplar kimi çekip çekiştirirsin?
Biliniz ki her tarafı o nur deryası kaplamıştır. İçinde ne şu vardır ne de bu. İşte bu vahdete hürmete alışmalıdır. Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi: Ben bir perger gibiyim. Bir ayağım şeriatta durmaktadır; diğeriyle yetmiş iki milleti dolaşırım.

Bakın, şu sokaktan geçenlerin kimi asker, kimi polis, kimi hademe, kimi esnaf, kimi memur... fakat netice itibariyle hepsi de insan... ancak vazifeleri ayrı ayrı. Meselâ polisin vazifesi bir hırsız bir katil gördü mü alakadar olmak, yakalamak ve şehrin inzibatı ile meşgul olmak... çöpçünün vazifesi, sokakları temizlemek, kaptanın vazifesi, vapurları idare etmek ilh... Mesela bu kaptana: Gel efendi, şu hırsızı tevkif et! Diyebilir misin? Ya da bir askere: Neden şu sokakları süpürmüyorsun? Diye târiz eyleyebilir misin?

*
 Siz mü’min olamazsınız, bir başka mü’min kardeşinize kendinize olan iyiliği istemeyince ve kendinize olmasını istemediğiniz bir fenâlıktan, başkasını vikaye etmeyince. Başkasında bir kusur, bir ayıp görmek büyük noksandır. Çünkü o gördüğün ayıp ve noksan senin kendinindir. Eğer gözünde illet olmayaydı, o noksan ve ayıbı göremezdin.”

*
                                                                                                               
_Hazret-i Rifaî, müridlerinin, bize ne miras bırakıyorsunuz? Diye sormaları üzerine: “Hiçbir şey! Yalnız, herkesin, her şeyin sizden faziletli olduğunu düşünmeden uyumayın!” diye cevap vermiş.
*
Bil ki her şeyde bir faide ve meziyet vardır. Onun için âleme yâr ol, bâr olma. Bu dünyada âleme faydası dokunmayan öteki dünyada da faydasız kalır. Resûlûllah: “Nâsın hayırlısı mahlûkata hayrı dokunandır” diyor.”

*
Bir akşam Sokrat’ın şu sözlerini okuduk: “İnsan olmak, zühd ile, kurban kesmek ve taatte bulunmak ile değil, fazilet sahibi olmak ve ahlâk ile Allah’ı bulmak demektir”.

*
 Daima halinize, hâlikınıza teşekkür edin, israfdan kendinizi koruyun.


*
Peygamberimiz Efendimiz diyorlar ki: “Dili tatlı olanın dostu çok olur.” Halkın ayıbını setreyle, yüzüne vurma. Malumdur ki, Allah’ın, Resûlûllah’ın, Ehlûllah’ın sünnetleri vardır. Allah’ın sünneti, aybı yüze vurmamaktır. Resûlûllah’ın sünneti, halkı hoş görmektir. Ehlûllah’ın sünneti de halkdan gelen eza ve cefaya sabr u tahammül etmektir.
Gazabını yenmeye çalış, vaktini ganimet bilip nefsini bilmeye çalış. Vaktini, fırsat elde iken tahsil-i kemâle sarf et. Daima nefsine muhalefet üzere ol. Halkın cevrini mücahede-i nefs bilip tahammül et ki ruhun kuvvet bulsun, terakki edesin. Bu âlem fânidir, bekası rızaullahtır. Onu tahsile bezl-i kudret et.

Haber Grubu
Cemalnur Sargut'un ders, konferans ve televizyon programları ile ilgili duyuruların yapıldığı gruba katılmak için duyurucemalnurorg+subscribe@googlegroups.com adresine boş bir mail gönderebilirsiniz.